Hakan İNCE

Blogger tarafından desteklenmektedir.

Featured Posts

11 Eylül 2015 Cuma

11Eylul 2015

Hiç yorum yok :
Şahsi ya da ırki, kin ve nefret söylemleri Allah'ın hukukunun, Resul'ün (s.a.v) çizgisinin ötesine geçtikten sonra Allah neden muzaffer kılsın?
Güttüğünüz davanın kelamullaha nispeti var mı Allah aşkına!
Görmüyor musunuz?
Bırakın iyi bir Müslüman olma hedefini, fıtri hasletlerimizi dahi yitirir olduk.
Çocuklar ölüyor, çocuklar...
Müslümanız diyoruz! Kürt'te Türk'ün, Türk'te Kürt'ün aynası değil mi? Oyuna gelen sadece biri mi sahiden?
Vatanseverlilikten kasıt ülkeyi işgalcilerden kurtarıp, onurlu ve faydalı bireyler haline gelmekse, incirlikte ABD üssü var, Malatya kürecik NATO Üssü var vs vs.... Bunlarla olan ilgisizlik, samimiyetsizlik göstergesidir!
"Hiçbir acı yada zulüm bizi ırkçılık ve ortak menfaat uğrunda
birleştiremez. Bunların aldatıcı olduğuna inanır her zaman ve mekanda Müslümanlık çatısı altında birlik ve beraberlik ararız." Aksi bir durum dün olduğu gibi bugünde arz-ı mev'ud'çuların yararınadır. Ayağımızın altındaki toprağın kaymasi demektir.
Durumalışımız, Allah'ın dostluğu yönündedir. Fitne ortamındayız, şimdilik kifayet edip kaldırayım kalemi.
Vesselam.

19 Şubat 2015 Perşembe

İlmin soluklandığı yer, Tekamül Fikri'dir..!

Hiç yorum yok :

       Yaşadığımız asrın uzun süren sefaleti, maddeye bağlanan ilmin felaket kuvvetinin tesirindendir. Dünyanın her yerindeki bunalım ve hayattan tatminsizliğin illeti ‘’madde âleminin şöhreti’’ için verilen mücadelelerdir. ‘’Bugün’’, amaçsal bir yok oluşun tezahürüdür belki de.
             
             Filhakika insan/lık namına ne zaman ‘’gerçek aydınlık’’tan bahsedilmişse o dönem için ilimlerin ‘’sonsuzluk aşkı’’ üzerine bina edildiği tarihin bugüne bir geçişimidir. ‘’Sonsuzluk aşkı’’ ilim ile bilim arasındaki farkın hepsi’dir. İlimleri bil(e)mediğimiz bir sonsuzlukla hürriyetine kavuşturmak ise Bâki olan Allah’ın(c.c) salahiyetindedir. Zaten bilim’in gidebildiği en sonki çıkmaz noktasında da (eğer ideolojik bencillik ve hırs yoksa) ‘’Allah’ın takdiri’’ deme mecburiyeti vardır. Yüce Rabbimizin bizden istediği de tam olarak budur aslında: Eserden müessire, sebepten müsebbibe geçiş…

                Bilim, Cenâb-ı Hakk’ın kâinata koymuş olduğu kaideleri keşfetmek, yani olanı bulmak yada bulma çabasıdır. O, deney ve gözlemlere dayanarak, evrenin hikmetlerini genel geçerlilik yasalarına dökmek ister. Kendisine faydalı çıkarımları amaçlar… Bunlar olması gereken, doğal yönelimlerdir. Fakat sorun, insanın egemenlik arzusudur. Bunun için İslam’ın ‘’kendini bilen Rabbini bilir’’ düsturu bilim’in amacını olması gereken noktaya hatta hizaya getirmiştir. Egemenliği kayıtsız şartsız Allah’a ait kılarak isyanın yolunu kapatmıştır. Bu yönüyle Allah’ın rahmetini de celbetmiş ve bir ilahi rahmet olarak ona ‘’İlham’’ bağışlanmıştır. Bir misal olarak Müslüman b/ilim adamı Cabir B. Hayyan (721-805) bu konuda örnek olarak yeter galiba. O, daha Abbasi halifeliğinin ilk yüzyılında atom bombasına dair ilk işaretleri vermişti. Fakat bununda üzerinde, yıllarca ilmin merkezleri Müslümanlarda olmasına rağmen atom bombası gibi bir felakete hiçbir Müslüman cüret etmemişti. Allah korkusu bilim’e de haddini bildirebilmişti. İşte Cabir B. Hayyan’ın o açıklaması:

"Maddenin en küçük parçası olan el-cüz-ü la yetecezza (atom) da yoğun enerji vardır. Yunan bilginlerinin iddia ettigi gibi, bunun parçalanamayacağı söylenemez. O da parçalanabilir. Parçalanınca da öyle bir güç meydana gelir ki Bağdat'ın altını üstüne getirebilir. Bu Allah-ü Teala'nın kudretinin bir nişanıdır."(1)

Apaçık değil mi? Bir de A.B.D’nin 1945’te Hiroşima’ya attığı bombayı düşünün! 140.000 ölü…
İlimde; kalbimizin payı en büyük hakkımızdır..!

         Bilim, ilmin tatbikatının maddesel kısmı olup gayesi değildir. İlmin gayesi hakikati maddi ve dahi aslen manevi olarak tanıtmaktır. O, bu yoluyla insanın yönsemesini ifrat ve tefritlerden koruyup, makbul olan denge seviyesine getirme gayretindedir. Bu uzun ve meşakkatli ‘’denge’’ gayretine tekâmül denir. Kur’ân’ın âyetleri de, kâinât’ın gerçekleri de Allah’ın kudret, azamet ve rahmetine bir tefekkür vesilesidir. Bu tefekkür insanı imana sürükler. Eserden müessire, sebepten müsebbibe  geçişin adı iman olur. İmanın asıl, tekamülün vusul olduğu bu yolun da amacı mârifetullahtır. Öz haliyle, halis ilmin gayesi; Allâh’ı bilmek ve dünya/âhiret saâdeti için lüzumlu olan bilgileri ona boyun eğerek devşirmektir.


                Bu ara başlık ile, imanın imtihanının bizim için en dehşetli hali olan ‘’gayba iman’’ sahasında sırların mekanı olan kalbe dair bir mesaj vermeye çalıştım: İlmin manevi sahada muhtacı daha çoktur. Gayba iman müslümanın en büyük imtihanıdır. Müslüman, gücünü imanından aldığına ve Allah’a iman gayba iman olduğuna göre onun gelişiminin manevi boyutu görmezden gelinemez. Maneviyat; sevgi, fazilet, bereket, hikmet… Güzel ahlak gibi maddeden uzak olan her şeyin menbağıdır bir nevi. Zaten insanın bütün hâl ve hareketleri, iç âleminin dışa yansıması değil midir? O halde iç’in güzel olması ilmin en baş vâroluş sebebidir pek tabii. İşte ilimdeki en büyük hakkımızda bunun için kalbimizin payıdır. Oysa biz ilimden bu hakkımızı istemez olduk. Onun maddesel tatbikatları bizde amaç oldu. ‘’Madde âleminin şöhreti’’ için verdiğimiz mücadelelerde bize sefaletler getirdi.


                İlim, akıl ve kalbin ‘’müşterek’’ olduğu bir zeminde insanlar için amaç olmalı. Aksi halde insanın bir takım kurallar bütünüyle sadece aklına hitap edilirse, o, ıslah olmamış hevâ ve hevesleriyle makam, mevki, iktidar ve menfaat mücadelesine girişecektir. Bu yönüyle de maddeye bağlanan ilmin felaket kuvvetinin tesiri bütün dünyayadır. Zira bu yolun galibi ve mağlubu süreklilik arzetmez, hatta sürekli değişir. Dolayısıyla anarşi bölgesel değil evrensel bir boyut kazanır. Fakat Müslümanların fert ve cemiyet olarak, bir ödev bilinciyle tekamülcü bir hayat yaşaması, aklının ve kalbinin müşterek olarak eğitilmesi, vicdanen istenilen bir hayatın inşasını mümkün kılacaktır. Dünyayı içinde bulunduğu buhranlardan kurtaracaktır.

Vesselam.

Hakan İNCE

Kaynakça:
1-Daha geniş bilgi için: Modern Kimyanın Kurucusu Cabir b. Hayyan, Prof. Dr. Esin Kahya, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları No:183, Ankara, 1995
Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi




1 Ocak 2015 Perşembe

İnsan İçin Tekâmülün Kadim Sırrı, Edeptir!

Hiç yorum yok :
İnsan İçin Tekâmülün Kadim Sırrı, Edeptir!
       Besmele, hamdele, salvele… İlk edeptir. Onunla başlarım.
               
              Edep, hal ve hareketlerimizde ‘’Allah(c.c) her ne yaparsak görüyor’’ ölçüsünün olmasıdır.Bu kazanımıyla da edep, insanı makamların en yücesine, ihsan makamına erdiren özyoldur. Edebin ufuk noktası, müşahhas hali Allah’ın Resulü’dür(s.a.v).

Alanının genişliği, iyinin ve  güzelin bütün tonunu kapsaması sebebiyle her türlü çözümü edebe bağlayabiliriz aslında. Bir toplumda önce edep olmalı, ilim gerek olmalı, tekâmül gaye olmalı. Birbirine kenetlenmiş üç büyük olaydır bunlar. Ayrılmaz!

                Tarihin henüz net olarak bilmediğimiz bir sahnesinde biz, adeta ‘’günübirlikçi’’ bir niyetle dünya’ya kapıldık. Dünya bir anlamda Batı’dır. Ekonomik çıkarların, ihtiras ve hırsların bizi getirdiği noktada bugün, ideoloji yapmaktan ve bu ideolojiler doğrultusunda estetik, sanat,ticaret, siyaset vb. onun varlığını kanıtlama bağlamında verilen mücadelelerle, bir noktada çıkmaza girildi: Edep.

Geçen yüzyılın çıldırttığı bir olgu oldu EDEP. Hakkı verilmedi. Geçmiş, bu yönüyle sorgulanmaya müstehaktır. Edep, İnsanlığın en ideal çizgisi ve iktidar noktasıdır. Zamanın dönemeci, belki dirilişidir.

                Bugün dahi yanlış ve aykırı hareketlerin onulmaz haykırışına karşılık, toplumumuzda edebin kadim izleri her zaman kendini gösterir. Fakat galiba lâubalilik ve sınır tanımaz yönü insanın, göstermiyor bu izleri ona.

Keşfu’l-Mahcûb’un sahibi büyük veli Hucvirî (k.s) der ki:

‘’İnsanın bütün kaybı, her işin esası olan edebi kaybetmesinden kaynaklanmaktadır. Bu, hep böyledir, değişmez. Din ve dünya işlerinin hepsi edeple güzel olur. Edep olmadan hiçbir güzel iş ortaya çıkmaz.

           Edep, yerine göre farklı şekillerde olur. Halkın içinde gereken edep, güzel insanlığı ve mertliği muhafaza etmektir. Dindeki edep, Sünnet’e uymaktır. Muhabbetteki edep, saygıyı gözetmektir. Bu üçü birbirine bağlıdır.’’(1)

Edebin Kaynağı İlâhîdir. İlâhî Kaynak Edebtir, Güzel Ahlaktır…

İlk emri ‘’Oku’’ olan İslam dini; ilmi araç, edebi gaye edinmiştir. Bizim inancımızda bütün ilimlere kaynak da, sebep de Allah’tır(c.c). ‘’İlim ondan, ilimle ona’’ diye tabir edebileceğimiz bir durum bu. Müthiş bir olay. Esrarengiz. Dikkate şayandır ki bütün ilimler Esmâ-ül Hüsna ile sonuçlanır. Esmâ, Allah’ı(c.c) tanımak için kullara öğretilmiştir. Esmâ, marifetullah içindir. Marifetullah, Allah ile kul arasındaki ilişkiye şuur verir, ihsan mevkîne götürür.

                Hem edep, ilimden önce gelir, ilim hakiki edebe yol olur. Zira ‘’Kulları içinde Allah’dan ancak âlimler (hakkıyla) korkar.’’(2)

                Diyebiliriz ki, İnsanların davranışlarını üç bölümde görmek mümkün:Tevazu, vakar ve kibir.

Tevazu, insanın kendini terbiye için, nefsine daha aşağı bir hayat vermektir. Başkalarını kendinden yüce görmektir.

Vakar, haddini bilmektir. Kendin olmaktır.

Kibir ise sınırı aşmaktır. Kendini bilmemektir.

Bir başka ve öz ifadesiyle de:

-Tevazu edeptir.Tevazu Allah’a en yakın olunandır. Secde gibi mesela.

-Vakar gerektir.Yerine göre dinin şartıdır. Namazdaki kıyam gibi mesela.

-Kibir felakettir. Onun dinde yeri yoktur.

İlim Ancak Edeple Anlaşılır, Edep Ancak İlimle Kazanılır..!

Edebin barındırdığı en önemli husus, sahibini bilgisizlikten korumasıdır. Edebin bu harikulade özelliği bugün tam olarak görülemiyor ne yazık ki. Edep insanı peyderpey olgunlaştırıyor, insanı Allah’a(c.c) sevdiriyor. ‘’Allah bir kulunu severse, sevdiğine gönderir, terbiye ettirir, azametine yakışacak şekilde ona edep öğrettirir ve nihayet onu sever.’’ (3)Arapçada "te'dip" kelimesi yani edeplendirmek, birini bir konuda bilgilendirmek anlamına da gelir. Dolayısıyla insan ilk basamağı aşınca gerçek bir ilim yoluna girmiş oluyor. Görüldüğü gibi ilk basamak edep ve sonrasında ilimdir. İkinci adımda da ilim, edebin hakikisine ulaştırmak için vesile olunuyor. Neticesinde Allah kulunu seviyor ve sevdiğiyle eğitiyor. Tâ ki ona olan sevgisi, onu has kullar makamına erdirtiyor.

Edep sahibinin ihtiyaç duyduğu bilgiye sahip olması zorunludur. Çünkü şeytan cahil insanı asıl bu aşamadan sonra saptırmak ister. Ve ona olanca vesvese vererek kuşkulandırmaya çalışır. Vesveselerle onu bıktırmayı, ona dini zor göstermeyi murat eder. Vesveseye karşı da ancak ilimle ayakta durabiliriz. Bu aşamayı da insan ancak bu yolun büyükleriyle beraber aşar. Yani hakiki edebe edeplilerle ulaşılır.

Anlaşılan odur ki, ilim metinlerdedir ve edep metinlerin anlatmak istedikleridir.

                Son olarak insan için; secde edeptir, örtü edeptir, temizlik edeptir, cömertlik edeptir, şefkat edeptir, dua edeptir, aşk edeptir… ödev, edeptir..!

                Bu minvalde kendini değiştirmek pek tabidir ki başkasını ve giderek bir toplumu değiştirmek olacaktır.

Vesselam...

                                                                                                                                 Hakan İNCE

1-Hucvirî(m. 1009-1072)-Keşfu’l-Mahcûb

2-Fâtır Suresi-28

3- Şah-ı Nakşibend Hz. ( k. s.)




11 Ekim 2014 Cumartesi

Türkiye'de medya.

Hiç yorum yok :
Türkiye'de medya, dün olduğu gibi bugünde güçlü(!) gördüğünün yanında.
Güç unsuru olarak yalnız ''Allah'' ı bilmeyenlerin, yıllardır değiştirdiği tek şey güçlü gördükleri insanlar oldu.
Ya halk, asıl inanması gereken Kur'an'ı ya da hadisleri, doğru sandığı haber metinleri sayısının 10 da 1'i kadar okudu mu?
Sahi en son ne zaman Kur'an ayeti ve onun hadislerle tefsirini okuduk.
Ve bir şey daha, artık hepimiz medyanın güçlü gördüğü olmak istemiyor muyuz?
Belki de bütün zikirlerin ve duaların içinde ''la ilahe illallah '' lafza-i hakikatinin barınmasının hikmetini burada aramak gerek.
Eman ver Ya Rabbi..!

İşid ve diğerleri...

Hiç yorum yok :
İşid ve diğerleri...

Türkiye'de demokrasi kavramı; Batı, ABD ve işbirlikçilerinin perde arkası ilişkilerini perdelemek için vârolan, belki asırlık, belki de daha fazla oynanmaya müsait bir oyuncaktır. Medya ise oyuna heyecan katmak isteyen şakşakçıdır. İşid, Pkk (Pyd) ya da diğerleri, bu perde arkası ilişkilerin mahsulleridir.
Perdeyi kaldırıp, olanları gün yüzüne çıkaracak olan İslam'sa,doğan güneşin adı da İSLAM BİRLİĞİ olacaktır.
Mevzu bahis olması gereken; sümüklü çocuk vârî ''Niçin'' ler değil; vakarın şükrü edâsınca ''Nasıl''ı sorgulamaktır.
''Nasıl'' sorusuna cevap aramadığımız ya da aramaktan kaçındığımız her gün Suud'ta halk nasıl Krallarına meylediyorsa, Türkiye'de de halk tüm karanlıklarını emdiği Batı'ya meylediyor. Bu durum ''paralel'' doğurduğu gibi, merkezine de kardeşini koyar. Ve sen onu hain ilan ederek iş yaptım zannederken, hala hastalığın kaynağıyla değil de, tezahürüyle uğraştığın için Siyonizm ve ırkçı emperyalizmin ekmeğine bal sürmeye devam edersin.
Mutluyuz ama.
Ama mutluyuz.
.
.
.
Oyun mu?
''Bu dünya hayâtı, bir eğlence ve bir oyundan başka bir şey değildir.'' (Ankebut, 64)
Onun için öte'li olmaya mecburuz.
Vesselam.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

'Eyvah! Peygamberlik Yahudilerden gitti..!'

Hiç yorum yok :

'Eyvah! Peygamberlik Yahudilerden gitti..!'




Ortadoğu ve dünya’da bir bunalım var. İnsan/lık adına apaçık bir katliam yaşanıyor bugün. Cahiliye dönemi gibi, belki daha şiddetli ve çirkin!

İslâm, cahil kavramını ‘’bilmemek’’ ten ziyade, ‘’bilmezlikten gelmek’’ olarak tanımlar. Öz ifadesiyle İslâm’da cahillik, ‘’bilgi sanılan bilgisizlik’’ kavramına götürür bizi. O halde şöyle kurmak gerek tespit cümlesini: Dünya, bilgi sanılan bir bilgisizlikle insan/lık öldürüyor. İnsan/lık katliamı, yani hem madden insan öldürülüyor, hem de mânen insan adına taşıması gereken ahlaki değerler, yani insanlık.
Batı, kıyısında ABD ve taşeronu Yahudi, mukallidi doğu… Tüm dünya bir sancı çekiyor ki, dayanılmaz. Bu sancı hayatı ve amacını ‘’hazza’’ göre planlamaktan, ‘’fazilet’’ i tercih etmemekten kaynaklanıyor. ‘’Hazza’’ yani nefsin emmâresi altında yapılabilecek her türlü zevk ve eğlenceye göre planlanıyor gün ve gelecek. Hazzı, fazilete tercih etmenin sefilliği bu çekilen dayanılmaz sancı.
Fikir hazza dayalı, sanat fuhşiyyâtı tetikleyici ve teknoloji insan/lık/ları madden ve manen öldürmek için…
Bu girişten sonra, kısaca ne idüğünü belirlediğimiz dünyanın ‘’Niçin’’ ini sorgulamalıyız şimdi.
Bu sorunun cevabında, küfür ve kuduzu kafir, asıl’ı oluşturmakla birlikte Hakk’a inanıp, Hakk’a çalışmayan ‘’müslüman’’ da var. Bu Müslümanlardan kastım şu: ‘’Firavun’un karşısında olup, Musa’nın (a.s) yanında olmayanlar.’’ Gel gelelim bunların arkasında da genel anlamda insanlık düşmanı, saçtığı nifak tohumlarıyla her daim ‘’sürgün’’ edilme(dışlanma) potansiyeline sahip ‘’yahudi’’ milleti var.
Yahudi’ler insan/lık namına işgalci ve istilacı bir topluluktur. Zahirde durum bu olsa da, filhakikat İsrail, kuşatan değil kuşatılandır. Asırlardır, ‘’Hakk ve hakikaat’’ her tarafını kuşattığı halde, ‘’Ben’’ davası yüzünden inat ederek,’’zerre’’ nasip alamayan  hidayetsiz bir topluluktur. ‘’Ben’’ davası Yahudilerin, bütün kirlerini içtiği bir kaynaktır. Lağım gibi bir kaynak bu!
   ’Eyvah! Peygamberlik Yahudilerden gitti..!’
Yahudilerin, neden bâhusus İslâm ve Muhammedîlere hasım olduklarının cevabı var burada. Umûmen tüm insanlığı köle, kendini efendi gören bu hastalıklı zihniyet, özellikle Efendimiz(s.a.v) ve ümmetine düşmanlık güder. Niçin?
Geleceği ilk insan Adem’den(a.s) beri müjde müjde vurgulanan, hususi bir kavme yada millete değil tüm insanlığa Resûl olacak  ‘’Ahmed’’ nâm( Saff-6) bir kutlu peygamber bu.  O halde ‘’ben’’ davasının hakim olması içinde, alemşümul peygamber ‘’ben’den’’ olmalı niyetindeler. Yahudi öğretisi ‘’uydurma’’ kabala inancıyla, dünya hakimiyetine talip olan bir millet için, bu peygamber büyük imkan ve dahi ‘’olmazsa olmaz’’ tek çaredir.
Yahudiler, alimlerinden aldıkları bilgilerle ahir zamanın, ahir peygamberinin gelişinin yaklaştığını biliyordu. Hatta ‘’yakında bizden bir peygamber çıkacak, onunla birlikte size karşı savaşıp, sizi helak edeceğiz.’’ diyerek, âlemlere rahmet olarak gelecek bir peygamberle yapacakları helakları planlıyorlardı. Böyle de bir peygamber istiyorlardı.
Bu anlayış, siyer alanının temel kitaplarından, İbni Sa’d’ın(rh.a) Tabakatü’l Kebir kitabındaki şu rivayette mükemmelen zahir.
İbni Sa’d’ın(rh.a) naklettiği rivayette, şöyle denilmektedir:
“Mekke’de oturan bir Yahudi vardı. Allah Resûlünün(s.a.v) doğdukları gecenin sabahı Kureyşlilerin karşısına çıktı ve sordu: ‘Bu gece kabilenizden bir oğlan çocuk doğdu mu?’ Kureyşliler, ‘Bilmiyoruz’ cevabını verince, adam sözlerine devam etti: ‘Varın, gidin, soruşturun, arayın. Bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti var.’
“Kureyşliler, varıp soruşturdular ve gelip Yahudiye haber verdiler: ‘Bu gece Abdullah’ın bir oğlu dünyaya geldi; sırtında bir nişan var.’
“Yahudi, gidip peygamberlik alâmetini gördü ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı:
“Peygamberlik artık İsrailoğullarından gitti! Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır.’’ (1)
‘’Haberi doğudan batıya ulaşacak’’ sözü dikkatlere şayan. Getirdiği Kur’ân ile mağribten maşrıka bütün âleme ulaşacak, kabul görecek ve gönülden bağlanılacak bir Peygamber. Evet, tam Yahudilerin  hayali..!
İlâhi irade, Peygamberin(a.s) Kureyş’ten olmasını diler ve olur. Haberin getirdiği çılgınlık Yahudilerde önce merak, sonra nifak ve inkar doğurur. Merak var. Çünkü alemşümul Peygamberi sadece okudular, oysa artık gözle görme ve müşahede etme dönemi. Yahudi alimlerinin ve bazı Yahudi cemaatlerinin İslamiyeti kabul etmesi, kendi aralarında nifak doğurur.  Ve nihayet küfrün kuduz halini yaşayanların da inkar terennümleri başlar, ‘’benden değilse kabul edemem.’’ Bu söz, inattan. O da ırkçılık menşe’li.
Medine’nin İslâm’a hazırlanması ve hicretle birlikte iyice çalkalanmaya başlarlar. Zira İslâm, fert fert, hane hane, belde belde yayılıyordur artık. Fakat onlar, nasiplenmek yerine, İslâm’ın yaşadığı büyük inkişafa rağmen ‘’bir şeyler yapmalıyız, yoksa biteriz’’ fikrinde ve zikrindeler.
            -Çözüm?
Geçici bir süre ve mekan içinde, inanmış görünmek! Yani münafıklık. Münafıklık, Müslümanlığa karşı çıkarılmış, küfür ama kafirlikten daha tehlikeli bir Yahudi icadıdır. Ve bunun için en şerli topluluk Yahudilerdir.
Tespitimiz bu: Efendimizin(s.a.v), Yahudilerin ‘’Dünya hakimiyeti’’ safsatalarını yerle yeksan etmesi ve ümmet-i Muhammed’in de elindeki kaynakları (Kur’ân ve Sünnet’i) gerçekten anlayıp, uyguladığı zaman ‘’Dünya hakimiyeti’’ ne namzet olması. Tek cümle ile ‘’Eyvah! Peygamberlik Yahudilerden gitti..!’’mücadelesi bu.
Başka sebepler elbette ki var ama diğer sebeplerin kaynağı da bu. Mesela, İslâm’ın bütün insanlığın saadet ve selametini istemesi, sadece Yahudilerin efendi olduğu dünyanın kabulü değildir. Buna benzer birçok neden, ama sebep hep aynı. Efendi ve köle fikri.
   Tespiti,illeti manalandırmaya çalıştım. Sıra muhakeme etmekte!
İsrail, tüm bu saydıklarımdan ötürü ‘’mutlu suç’’ işleyen bir katildir. Hükmü Resulullah(s.a.v) vermiş, onlar adına tek şifa bu.
Ebû Hüreyre (ra) : Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Müslümanlarla Yahudiler harp etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (gâlip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; ‘Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudi’dir, gel de onu öldür!’ diye haber verecektir. Sadece Garkad ağacı müstesna, çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.”(2)
Peki, can alıcı soru? Bu haldeyken bunu yapabilir miyiz?
Ne yazık ki bunun cevabını da, bu lanetli topluluğun öncüsü Şimon Perez veriyor.
Perez, yıllar evvel kendisine sorulan “Kur’an-ı Kerim, sizin devletinizin yıkılacağından haber veriyor.” sorusuna, şu cevabı vermiş:
-“Kur’an’ın bahsettiği Müslümanlar gelsin, düşünürüz.” (3)
Fazla söze ne hacet, Kur’ân’ın bahsini ettiği Müslüman olmadıkça, Allah’ın istediği, Resulullah’ın(a.s.v) koyduğu hükmü uygulayamayacağız.
Reçete de apaçık:“Ey iman edenler iman edin!”(4)
Ne demek bu?
Bu ayet, taklidi olarak inanıp, tahkike kavuşamayanlara, Allah’ın ipine( Kur’ân’a) sımsıkı sarılmayanlara, yani bize, ‘’sağlam inanın’’ emri veriyor.
Bu hâl’e sahip olduktan sonra gerisinin kolay olduğunu da bizzat Allah buyuruyor:
(O yahudiler) toplu olarak sizinle savaşamazlar; ancak muhâfaza altına alınmış şehirlerde veya duvarların arkasından (korka korka harb ederler). Kendi aralarındaki savaşları şiddetlidir. (Sen) onları toplu sanırsın; hâlbuki kalbleri dağınıktır! Bu, şübhesiz onların(haklarında neyin hayır olduğuna) akıl erdirmeyen bir topluluk olmaları yüzündendir. (5)
Düşündüğümü, yazıya böyle dökebildim. Kusurum, hatam var ise affola. Ama bütün hayat hadiselerinin idrakini temenni ediyorsak ve her şeyin de bir sebebi olduğu inancında hem fikirsek o halde olayları geçmişten bağımsız düşünemeyiz. Kur’an’da bize bunu ihtar eder, ders çıkarmayı. Doğru ve güzele ulaşmak için.
Muradımız, fetih hutbelerinin okunduğu mescitlerde kardeşçe ve muhabbet dolu namazlar kılmaktır.
Fiemanillah.
  Hakan İNCE
1-İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 162-163
2- Müslim, Fiten, 82
3- Tercüman Gazetesi, Ergun Göze, 1986
4- Nisa-136
5- Haşr - 14

17 Temmuz 2014 Perşembe

Leyle-i Kadir ve Kadr-i Kur'ân

Hiç yorum yok :
   Leyle-i Kadir ve Kadr-i Kur'ân

    Rabbül Âleminin, alemlerin hayrına(s.a.v) en büyük mucize olarak ikrâm ettiği murâd- ilâhîsi Kur’ân-ı Kerimin inmeye başladığı gece, leyle-i kadir…

    Yanlışlık ve kötülüklerin, tüm zaman ve çağları derleyip toplayarak zirve yaptığı bir ‘’bunalım dönemi’’ olan cahiliye devrinde, Allah’ın (c.c) seçtiği ve koruduğu habibi Hz.Muhammed (s.a.v) ile gönderdiği Kur’ân-ı Kerim; cehalet ve kerâhat kabuğunu zorlamış bir tohum, meyvelerini ebede ısmarlamış bir ağaç ve insanlığa kâmil bir hüviyet kazandırmış yegâne beyân-ı hakikattir.

    Kur’ân-ı Kerim, seçilmiş Peygamberin(s.a.v) ve ilk hitap kitlesinin diline ve anlayışına uygun olarak, Arapça lafız üzere ‘’Kadir Gecesi’’nde indirilmeye başlanmıştır. Ve kadir gecesi ,il insan Adem(a.s)’dan sonraki tüm ümmetler içinde yalnız bu ümmete armağan edilmiş, bin aydan hayırlı kılınmıştır.
   
   "Biz onu Kadir gecesi indirdik. Kadir gecesi nedir, bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Meleklerle Ruh o gece Rablerinin izniyle her iş için iner de iner. Tam bir esenliktir o gece, tâ tan yeri ağarıncaya kadar." (Kadir suresi 1-5)

   Cenâb-ı Allah(c.c), doğruluk ve iyilik namına tüm kapıların kapanmaya yüz tuttuğu bir zamanda, ‘’el-Emin’’ olan bir Resûl göndermiş ve insanlığa olan rahmetini taçlandırmıştır. 
   
   Büyük bir ilâhi lütuf olarak da Kur’ân, insanların diline kolaylaştırılmış ve özellikle ilk muhatap kitle tarafından akıllarda soru işareti bırakmayacak şekilde anlaşılmıştır. Ve dahi bize kadar da aynı dikkat ve rikkatle anlatılmıştır.

   Artık insan ve insanlığın Kur’ânla biliş ve diriliş zamanıdır. İlk icabet eden, evvelden beri Hakk’a meyilli olan tahire kadın Hz.Hatice(r.a), peşinden İslâm’ın baş sancaktarları Hz. Ali, Ebu Bekir, Osman, Zeyd B. Harise… Hz.Ömer(r.a) ile kırk olan hakikat erleri, İlâhî murâdı sinelerinden sokaklara taşırmaya başlamış ve insanlar fert fert bu kutlu cemiyete intikal etmiştir.

     Ve Rabbimiz bu oluk oluk Hakka ilticayı şöyle bildirir:

    ‘’Onlar; Rabbimiz! İman ettik, artık bizi de Hakka şâhid olanlarla beraber yaz… derler.’’ (Mâide 82-83)   
   Peygamberimiz(s.a.v) ve ümmetinin eylem, fikir ve tebligatının menşeinde Kur’ân vardır…

     Kur’ân öncekilerin yaşadıklarını, sonrakilerin yaşayacaklarını bildirerek ademoğluna yepyeni ufuklar açmış, ihtivâ ettiği birçok sır ve hikmet ile yepyeni oluşlara ve dirilişlere  kapı açmıştır.

   Umûmi manada ‘’olması gereken’’ leri, içinde hiçbir eksik ve hata bulundurmadan, insan ve insanlığa nakış nakış işleyen Kur’ân, bu dehşetengiz haliyle mucizelerin en büyüğüdür. Aslında Kur’ân’ın mucizeliğinin temeli, her asırda insanlığı bataklıklardan kurtaracak hakikatleri sinesinde barındırmasıdır. Bir diğer ifadeyle Kur’ân, belirli bir zamanın kitabı değil bilakis insan,akıl ve ilmin mevzu bahis olduğu tüm zaman ve mekanların Hakk ve hakikat kitabı olmasıylada ayrı bir mucizedir.

   Efendimiz(s.a.v) Kur’ân’la ümmetinin içsel bir oluşla kemâlâtını, zahiri manada ise terakkiyâtını sağlamıştır.

    ‘’ Elif, Lâm, Râ. (Bu öyle) bir Kitab(dır) ki, onu sana, insanları Rablerinin izniyle zulümâttan (küfür karanlıklarından) nûra (îmâna), Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen), Hamîd (hamd edilmeye yegâne lâyık) olan (Allah’)ın yoluna çıkarman için indirdik.’’ (İbrahim 1)

     Her şey zıddıyla kâimdir derler. Zannımca İslâm’ın bu derece idraki ve kavi müdafileri olmasının temel nedeni de her türlü azgınlık ve fenalığın zirve bulduğu, Hakk ve bâtılın zerre karışmadan kesin bir çizgiyle ayrıldığı bir toplumda, İslâm’ın bir güneş gibi meydan yerine çıkmasıdır. Hakk ve bâtılın birbirine girdiği günümüzde de bizlere düşen Kur’ân’a dört elle sarılarak, Hakkı tutup kaldırmak, rezaleti de rezil edip insanlığı Hakk’ın onun nuruyla aydınlatmaktır.

  Kur’ân’ın bir başka mucizeliği de, edebiyatıyla nam salmış bir toplumda, bütün edebiyatçılar toplansa dahi Kur’ân’ın ihtiva ettiği ince mana ve manadaki derinliği, lafızdaki fasihlik ve belâgatı ortaya koymasına meydan bırakmamasıdır. Bir olayla cümleye şerh getirmek gerekirse:

     Arap edebiyatındaki engin ilmiyle küfrün saflarında bulunan  Velid Bin Muğire, bir gün Fahr-i Kâinat(s.a.v)’e gelerek:

-Bana Kur’ân oku, dedi.

Allah Resûlu’de:

     Şübhesiz ki Allah, adâleti, iyiliği ve akrabâya (muhtaç oldukları şeyleri) vermeyi emreder; fuhşiyâttan, kötülükten ve azgınlıktan da men' eder. İbret alasınız diye size(Allah, böyle) nasîhat eder. (en-Nahl 90) ayetini okudu.

   Velid:

-Bunu bana bir daha oku, dedi.

Peygamberimiz(s.a.v) âyeti bir daha okuyunca velid:

-‘’Vallahi, bu sözde öyle tatlılık, öyle güzellik ve parlaklık var ki, tepesi bol yemişli, kökü sulak, yemyeşil bir ağaca benziyor. Bunu beşer söyleyemez. Hiç kuşkusuz bu söz her şeye üstün gelir. Ona ise hiçbir şey üstün gelemez, muhaliflerini mutlaka mağlup eder, demekten kendini alamaz.

    Beyninden vurulmuşa dönen velid kapıldığı cezbeyle Hz Ebu Bekir(r.a)’in evine gitti ve Kur’ân’ı kerimden bir takım sorular sordu. Aldığı cevaplarla kureyşlilerin yanına dönen zeyd:

   -İbn-i Ebi Kebşe’nin ( Hz.Muhammed (s.a.v)) söylediği şeyler doğrusu hayrete şayandır. Vallahi o ne şiir, ne sihir ne de bir deli saçmasıdır. Onun söylediği hiç kuşkusuz Allah kelamıdır dedi. Velid’in bu sözünü işiten bazı müşrikler onun Müslüman olmasını engellemek için planlar kurdular ve Velid’i İslâm’dan uzaklaştırdılar. (Hakim II, 550; Taberi, Tefsir XXIX, 195-196)

      Velid ilâhî hidayetten nasipdâr olamadığı için iman etmedi. Kur’ân onun kalbine olmasa da aklına Kur’ân hitap etmişti. Bu dahi ona bu hakikatleri dillendirtmeye yetmiş lakin iman etmek nasip olmamıştı.

    Hayatı İlâhî vahyi almak ve ulaştırmanın ağırlığıyla geçen efendimiz(s.a.v) bilhassa Ramazan’a ulaşınca Kur’ân’ı daha çok okur ve dinlerdi. Cebrail(a.s) ile bu mübarek ayda her gece mukabele ederdi. Vefatından önceki ramazanda ise iki kere mukabele yapmış ve Kur’ân’ı kerimi eksiksiz olarak ümmetine iletmiştir.

   Kur’ân’ın kadr-ü kıymetini dillendirmek elbette bizim acziyetimizin kaldıracağı şeyler değil fakat bir nebze de olsa ne kadar büyük bir hakikatin kucağına düştüğümüzü, Kur’ân’ın ayında siz değerli insalara iletmeye çalıştım.

   Kadir Gecesine dâir…

     Âişe (r.a)'dan rivayet edildiðine göre Resûlullah(s.a.v) ramazan ayının son on gününde câmiye kapanır ibadete koyulur ve şöyle buyururdu: "Kadir gecesini ramazanın son on günü içinde arayınız!" (Buhârî, Leyletü'l-kadr 3, Müslim, Sıyâm 219,Tirmizî, Savm 72)

 Ülkemizde ve dünyada her ne kadar Ramazan’ın 27. Gecesi olarak tayin edilse de kadir gecesi, hadislerden çıkarttığımız kadarıyla Ramazan’ın son on gününe İlâhî bir hikmet ve sırla saklanmıştır. Galiba ‘’Her gördüğünü Hızır, her geceyi kadir bil.’’ kelâmının da işaret ettiği mana bu aziz gecenin kadri kıymetinin büyüklüğünün yanında, gününün kesin bir gün olarak tayin edilememesidir.

  Ramazan’da ibadeti arttırmak, son on günde ise daha fazla yoğunlaşmak efendimiz(a.s.v)’ın kavî sünnetlerindendir.

   Bu güzel günlerde yapılabilecek birçok ibadetin yanında efendimiz(a.s.v)’ın özel olarak şu dua’nın yapılmasını da tavsiye buyurmuştur.

Âişe (r.a)’dan rivayetle:

  Ey Allah'ın Resulü! Kadir gecesinin hangi gece olduğunu bilecek olursam, o gece nasıl dua edeyim? diye sordum.

- "Allahım! Sen çok affedicisin, affetmeyi seversin. Beni bağışla! diye dua et" buyurdu.   (Tirmizî, Daavât 84,İbni Mâce, Dua 5)

  Her gece yapamıyorsak da en azından şu son on günde kadir gecesi şuuruyla ibadetlerimize bir bolluk getirmeye çalışarak ihya edip, yarın Hakk divanında ilahi rahmete doyanlardan olalım inşaAllah.

   Ya Rabbi! Hâl ve hâlet-i ruhiyyemizi, Kur’ân’la ziynetlendir. Bizlere şeytanın diş geçirdiği bu amansız çağda, üstün ve münezzeh mananın, zaman ve mekan aşarak, ferdî ve içtimâi hayatamıza hâkim olduğu günleri nasip eyle.  
 
Amin.
Fiemânillah.
                                                                                                                              Hakan İNCE